31 Aralık 2010 Cuma

** BİR REKLAM YÜZ' Ü **


Fatmaaa ! Uyan kızım !
               Evet, bu nârâlarla başlar reklam filmi. Fatma açar gözlerini, tarar saçlarını hafiften ve sanki bir kader misali ‘yukarıdan aşağıya’ iner o hareketler. Kahvaltı sofrasına oturulur. Domates, peynir ve zeytin refakat eder söylenmesi güç olan fakirliğe. Sıcak bir çay, dumanı üstünde hala, biraz da ekmek. Çantaya özenle yerleştirilen kitaplar, birden kendilerini karanlıkta buluverirler. Oysa Fatmanınki..  Bir perde açılır akabinde. Gözler önündeki, bir önlüktür, mavi bir önlük. Yavaşça alınır duvara çivilenmiş askıdan, şöyle bir düzeltme yapılır ve.. Ve işte her şey o anda başlar. Fatma açar o kocaman tahta kapıyı, fakat hala değişmemiştir kıyafeti. Çünkü önlüğü giyen, erkek kardeşidir. Oğlan evden çıkar ve kız bakakalır ardından..

          Tüm bu öykü, bizim için bir hikaye olsa da aslında bir hayattır. Yaşanılan, ayrımcılık yapılan, arkaya atılan, geri planda tutulan ve eş’liliklerine rağmen eş’it’sizliklerle boğuşan kadınların hayatıdır. Ataerkillik bir kez daha gösterir acı yüzünü. Çünkü kadını ve erkeği mukayese etmek dahi mümkün değildir. Çünkü ile başlayan birçok cümle daha kurulabilir bunun ardından. Birçok öneride bulunulabilir, şart eki kullanılarak oluşturulan fiiler yüklemlere, yüklemler tümcelere dönüşür fakat değişmeyen tek şey kadının kadınlığıdır. “Zihniyettir” çözümlenmesi gereken tek mevzu. Akıllardaki geriliktir aslında kadının duruşundaki güvensizlik. Genel manzara ise şudur:  Erkek, elleri arkada bağlı, elde bir tesbih, kadın her boncukta ‘sabır’ çeker, biz gözü mor –bu renge haksızlık ettiysem affola-, ellerinde er’inin boğazından midesine iniş yapan bulaşıkların köpükleri, üstünde –eğer temin edebilirse, ki zordur genelde- bir mutfak önlüğü, içeriden sobada yanan birkaç odun çıtırtısı, ‘devlet baba’ (!)ya itaatkarlıkktan bir şey kaybetmemek uğruna sahip olunan en az üç çocuk.. çocuklar okula gidemez. Sanırım bir hata var bu cümlede. ‘Kızlar’ okula gidemez !.  Şimdi oldu.
HANİFE ŞİŞEN..

18 Aralık 2010 Cumartesi

//...NÂN...//

                                      

                             bakmak gerekti bir anda yeniden.......
       

elimden ekmeğimi fırlatıp, yüzümden akan kirleri yıkıyıverdim aniden
             
               oysa nasıl da sen kokardı çimenden yeşil gözlerim; aslında hep yeşil olsun istemiştim...
              ve nan gibiydin, seni görmemek elde miydi sanırsın
             

âmâ olsaydım nasıl yeşerirdi menekşelerim...nasıl yağardı ekmekten kuru yağmurlarım;
gözyaşlarım...
        ve ben asla nankör olamazdım işte bu yüzden...
                                                 sonra
      bırakmak gerekti bir anda yeniden....
                      bildiğim tüm şiirleri unutmak, Orhan Veli'leri; Ahmet Arif'leri ...
ve en kötüsü de Tahir ile Zühre'yi...
                                               sonra
     başlamak gerekti bir anda yeniden....
                     hiç bilmediğim bi dağda, tüfeğime sevda yangını takıp tek elde; tek yürekte saydırmak tüm mermileri...
                  tüm yangınlardan nasıl da yara almadan kurtulabilmiştim oysa
şimdi ise Şems'in tüm yangınına inat yalnız sende üşüyorum...
                                            sonra
     bitirmek gerekti bir anda yeniden...
                        Turnalara takıp kanatlarımı daha bir hızlı yüreklendim dallarına umut yapraklarımın...
                 bir masal anlattım sonra
al yazmamdan kalan kanlarla kar yağdırdım
                    ve ellerime düşürdüm puslu gözlerini...
                                            sonra
         gitmek gerekti bir anda yeniden...


*ve tam da şimdi, şu anda, bu şehirden....heybemi sırtıma vurup, gözlerini ellerime koyup, ekmeğimi soframdan atıp
gitmek gerekti bu şehirden...


HANİFE ŞİŞEN...

G İ / T / D / İŞİNE ..!..

ölümünün kan kokusunu çektim içime tek bir soluyuşta..

           her telini simsiyah gece saçlarının,

                                            ayrı bir zehre akıttım..

ve her sarhoş oluşumda, mey yaptığım zehrinle,
          
           kendimden geçtim nehr-i Nil'in kıyısında..

                            gece zifiri, sen zaruri,
             yalnızlık ebedi ve kayboluşlar zayi..

     aniden çarpan bir şimşek ve ağlamaktan gözleri şişmiş bulutlar..
     
                                                            yavaş yavaş öldüler hepsi.

önce bir can çekiş ve sonrasında bir intihardı onlarınki..

            aşk'a giydirip bir ingilizden daha beyaz gelinliği,
                          
                             en önde saf tutmak ve 'iyi bilirdik ' demekti ardından..

    bir Fatiha bile okuyamamak ve Elham'ı bilmemek Fatiha adına..

                                                          takkesinin altına sıkıştırıvermek ettiği hatmi,

"elhamdülillah aşığım ve 'şair' idi cehennemde altına ateş atılan adım"
                
                   savunmasını yapmaktı öyle bir sevmek...



                                                              HANİFE ŞİŞEN....

4 Aralık 2010 Cumartesi

..!-!.. Oluruna bırakma anlamında peyda olan olursuzluklar..
Sözün bittiği yerde başlar aslında tüm cümleler. Hepsi bir noktadan sonra yenilenir ve bir bütün olabilmektir en büyük gaye. Var olabilmek bir anneden ayrıldığın tam o anda, elini uzatabilmek Hakk'a hakkıyla..
Her şey ama her şey bir düzen içindedir ve bu düzensizliğe neden olan tek şey, içinizdeki mahlukattır. Fıtrattandır insanoğlunun yanılışı, yanılsamaları, yanlışları ve yanlışlıkla ait oluşları..
                .....Evet, ait olma adına bir çırpınıştır kırık kanadımızda olagelen. Birine, bir şeye, birliğe kimi zaman da bir bir'likteliğe.. Ne söz söylemek gelir içimizden, ne de söz dinlemek. Bazen bir şarkı yağdırır hüzün bulutunu, bazense dilimizde toplanıveren fakat evrende yer bulamayan hacimsiz sözcüklerdir her şeyin faili. Ya yok olup giden benliklere ne demeli?
   ----Hiçbir şey dememeli. Yapmamalı, etmemeli. Gitmeli belki, ıraklaşıvermeli.. Gül'ün bittiği yerde gün'ü oluşturabilmeli vs. vs. ...
O kadar çok şey söylemeli ki tek bir kelimede. Hem herkes hem de hiç kimse olabilmeli bir iskelette.
Yok yok! Silebilmeli bence her şeyi. Silgi olmadan ama. Neyle yok oluverirler bilmem ki! Sorgulamak da istemez bu can yitirilenleri;
Sevmeyi, Hissedebilmeyi, Var olabilmeyi, İstemeyi, Nefreti, Meşki, Kini, Cebrail'i, Azrail'i, Mikail'i ve İsrafil'i.. Sonra Sur'a üflemeyi ve gecerip gitmeyi..   ve  ve ve! Sevgiliyi...!
ve.. Sevgilinin günlüğü anlatır şu hikayeyi;

*.. Güneş saçlarına çarparak gökyüzüne yansır mutlu kızın(!).. kız bir de ne görsün, tam tepesinde bir uçurtma, uçurtma tahtadan, tahta eskimiş ama yılları anlatıyor sanki, ip ince, ipince, bir kuş takılıyor sonra kuyruğuna.. semaya süzülüveren bu birliktelikte kız da bir papatya takıyor saçlarına.. papatya üzgün, solmuş, hüzünlü ve tek yaprağı kalmış; "sevmiyor" çıkan kara bahtlı sevdadan..*

                   Günlük biter, nitekim gün sona ermiştir tüm muradlar misali..
      Gökten  elma düşer yazılmayan masalın sonunda;
Biri Var'a, diğeri Yok'a, öteki Hakk'a..

15 Ekim 2010 Cuma

Selam ve sıhhat ile..
"her şeye 'selam'la başlamaya alışığız da 'sıhhat' de nerden çıktı be kardeşim?!" diyişlerinizi duyar gibiyim.. hemen açıklıyayım.. şu 3 günlük tatile hasta olarak girdim malesef.. kış başlangıcı, beni grip başlangıcına sürükledi ve yatak döşek yatmakta olduğum şu vakitte bermuda şeytan üçgenini oluşturma hevesi içindeyim..:)  "yatak, döşek ve blog" :))
hem şu hastalık mevzuunu kapamak hem de bunun nedenini açıklayarak başka bir konuya geçiş yapmak istiyorum..
Çarşamba günü okul çıkışı yağmur altında 1saat taksimde bekleyip arkadaşımla vuslata erdikten sonra, şöyle küçük bir gezi turu yaptık.. akşam saatlerinde Boğaz havası almak öyle yaradı ki, bi banka oturduk ve seyre daldık İstanbul'u..
Evet İstanbul.. o an görebildiğim kadardı kendileri; balık tutan bir adam, hemen yanıbaşında bir kova, kovanın içinde cinsi belli olmayan (yahut benim bilmediğim) birkaç çift balık, akabinde başka bir ihtiyar, ihtiyarın elinde eskice bir olta, oltanın ucunda dumanı üstünde çeyrek ekmek, ekmek balıkların ağzında, fakat balıklar hala denizde, ihtiyarın kovası boş, yalnız, üzgün ve buram buram yaşıyor hüznü...
işte tam o anda kulaklarımda Orhan Veli'den "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" şiiri, yanımda arkadaşım değil de sevgili Üstad..
Benim dünyam tam da buydu işte.. kendimi bir şeyin yerine koymak istiyordum.. o "boş, yalnız, üzgün ve buram buram hüznü yaşıyan kova" oluverdim aniden.. içimde bir deniz, evrenin tüm anaçlığına rağmen bana verdiği sadece bir buçuk bardaklık deniz suyu, kokmuş bir yosun parçası, üstüme yağan ve beni artırmaya çalışan yağmur damlaları, yüzüme yalnızlığıma şaşırmışçasına bakan birkaç insan.. ve ben bir ihtiyarın zekasına bağlıyım o an.. denizde oynadığı satrançta "şah ve mat" demeli ve zekiliğiyle bu oyunu kazanıp kurtarmalıydı bu yalnızlıktan beni..
Evet ben sadece bir kovaydım.. oysa çok da farklıydım.. küçük bir çatlağa sahip olmama rağmen ellerimle onarmaya çalışıyordum ve yama yapmıştım bütün eksiklerime.. ama hala yalnız ve yalındım.. içime alabildiğim kimse yoktu ve sadece Boğaza bakabiliyordum o küçük çatlaktan.. yağmur ise gözlerimden yağıyor, süzülüyor ve o sırada da bir şarkı söylüyordum: "İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış, biraz kilo almış, ağlamış yine, rimelleri akıyor..."
O gün hiç olmadığı kadar gaddardı İstanbul..  hiç olmadığı kadar bencil ve zararlıydı herkes için.. baksanıza beni küçük, kırık bir kova yaptı.. ama belki de müteşekkir olmalıyım O'na.. çünkü artık ben su sızdıran bir kova olarak değil, bankta oturan ve kendini İstanbulun ihtişamına kaptıran bir nefes olarak yaşıyorum..
Tüm hüznüne rağmen teşekkürler İstanbul...

5 Ekim 2010 Salı

START...

Giriş/im..
Gayet hızlı bir giriş yaptım bloğuma.. hemen sahipleniyorum elbette :) 'bloğum' :)  her neyse..
Bir şiirimle çıktım sahneye.. bir besmele misali, siftah benden gerisi sizden -takiplerinizle- sevgili dostlar..
Öncelikle bloğumun ismini sizlere açıklamayı bir borç bilirim kendime.. İsis; "şiir tanrıçası" demektir.. bu sayfada şiirlerden çok fazla yararlanacağımızdan dolayı bu ismi uygun görmüş bulunmaktayım.. sizi biraz da olsa 'daily life' sıkıntısından uzak tutma ve herhangi bir mısrada kendinizi/benliğinizi buldurma niyetindeyim.. hem ben yazacağım hem de o eşsiz yazar ve şairlerimizi sizlere sunacağım.. biraz rahat nefes almak, biraz farklı dünyalara savrulmak, kimi zaman hüzünlenmek, kimi zamanda maziye dönüş yapmak istiyorsanız; ben burda olacağım ... hoşçakalın.. hoşça kalın! :)

3 Ekim 2010 Pazar

DAR-AĞAC/I ...

bir aşk uğruna, 'asılmak'mış en büyük suç...
ve gidebilmekmiş titreyen parmaklarınla darağacına..
bir türkü mırıldanırken, gençliğini düşlemekmiş,
ve bağırabilmekmiş ağzını bile açmadan...
bir ölünün defnini izlemekmiş elindeki küreklerle
bir toprak da üstüne atabilmekmiş...
ve abdestsiz ölmekmiş aşk, ölmek ve cehenneme gitmekmiş...
bir çocuğun gözlerinde yaşlanan kirler olabilmek
ve asla bir güneş olamamakmış...doğamamak geceye...
her yeni güne aynı âmâlığıyla uyanabilmek,
bir o kadar da idamları izleyebilmekmiş kadınından çocuğuna...
ellerini bağlayan adamın gözlerindeki hırs ve öfke olabilmek,
bir buhar olup kavuşabilmekmiş semâlara...
yazabilmek hiçbir şeye ve silebilmekmiş her şeyi bir kalem/l/de
ağıtlar yakılırken bir mezarın başında, sulayabilmekmiş bulutları
ve yağdırmak tüm yağmurları ağlayan ananın gözlerinden...

hiçbir şey olamamakmış aşk,
sevdiğin insanları kendi cinayetinde kurban etmek ve tek faili olan kendini yok etmekmiş kendi başına....

HANİFE ŞİŞEN...