5 Kasım 2011 Cumartesi

//..Bir karanlık var gecede fark ettiniz mi?.. Oysa gökkuşağı habercisi değil miydi Havva'nın ayrılıklarının.. Ya da Leyla mı estirmişti rüzgarını, yeşermesi gereken tohumların saçlarında kavuşan filizleri ile.. Belki de Aslı'dır basamaklarını tırmandığımız dağdaki fırtınanın as(ı)lı.. Peki ya her zaman bir dişi midir kancasını demire takan, yüreğini prangalayan erkeğinin?.. Akşamın ulaklığını yapan her damla Züleyha'nın gözyaşı olsaydı, hayal-i aleminde yaşadığın meşk ile o tene dokunmak ateş kadar yakıcı mı olurdu yoksa sadece masumiyetin timsali olan sevdaya mı refakat ederdi bir yürek..//

21 Ekim 2011 Cuma

YAR'dan Adam..





Kış ortası..

Ellerimiz buzlaşana kadar kardan adam yaptığımız,
Yahut yapmaya niyetlendiğimiz halde cesaret bulamadığımız günlerdendi..
Tarih olarak hatırlamam lazım ise düşünmek icabet eder;
Aylardan Ocak,
Ama Şubat da denebilir hani.
Öyle sonuna denk gelmişsin ki, sanki her şeyi özetler gibi
Bir sonu başlangıç, başlangıcı ise aslında bir sona dönüştürmek ister gibi..
Ayın 31’i..
Ben uzak memleketten, sen ise gurbet elden gelmişsin bu şehre o günlerde
Şehr-i İstanbul’a..

3 rakamını sevdiğinden midir bilmem ama
vuslatı bekleyişimiz bile 3 ayı geçikti..
tıpkı el ele vereceğimize 3 eylülde karar verişimiz gibi..

ya da tam da bahsettiğim gibi sonları seviyor olmalısın sen;
3üncü ayın sonuna yaklaşılan ayrılık vakti
Ve dönüş için beklenilen Ocak sonu deliliği..

Sahi ya ilk kez mi aramıştın beni o gün yoksa aradığın yüreğim miydi?
Sesini duymaya korkar olan duyularım, her zamanki gibi nazikti
Ve yavaşça reddetti sesini..
Oysa duyulsaydı sevgilinin nefesi
Kardan adam eriyecek, yardan adam bir kez daha sineye girecekti..

Hani bir de evime kadar gelişin;
Hatta evimi yanlış öğrenip karşı apartmanın penceresinde göz gezdirişin,
Hatta kımıldyan perdenin arkasında beni bekleyişin..

Oysa ne çok istemiştim ellerine sarılıp yüreğine dokunmayı,
Perdeyi aralayıp sana kavuşmayı..

Şimdi bir düşündüm de neden yazıyorum bunları ?;
Yine gördüm de beni beklediğin köşeyi;
Ocağın sonu, ayrılığın hüznü, yaşanmışlıkların hatırası ve bir de dönüşünün neşesi..

Ve seni aylar sonrasında gördüğüm o yeri,

Her nefes almaya çıkışımda nefesim olmadan görmeyi

İstemiyorum artık kışın gelmesini, Ocağın bitişini..



 Hanife Şişen
2011.

5 Haziran 2011 Pazar

Yıldızlar ne zaman ölür?







29 Ağustos’tan beri  hiç yıldız göremez oldu gözlerim..
Nedendir bilinmez lakin tam da o gün bir yıldız kaymıştı ya hani
Hatta sen bir dilek dilemiştin;
Beni istemiştin..
Belki de daha o anda belliydi birbirimizi semada arayacak oluşumuz
Belki de bir kanıtı idi başlamaması gereken bir hikayeye başrol oyuncusu oluşumuz..

Rüzgar yavaştan eserken, kısacık saçlarını dalgalandırıyor olmalı o gün;
Sen terasta arkadaşlarınla laflarken
Belki de hiç dinlemiyordun sevda öykülerini
Çünkü asıl öykü senin içinde yer alıyordu..
Gökyüzüyle yudumluyordunuz kahvelerinizi belki
Belki de falında çıkmıştım tıpkı benim iskambilim gibi..
Sahi ya falcılara o kadar çok inanırdık ki
Yahut bir papatyaya
Sevmiyor çıksa bile başka bir tanesini şahit tutardık cinayetimize

Papatya demişken
Hani senin saçıma taktığın kadar güzeli olamadı ki hiçbiri..
Çünkü üstünde vardır o güzel ellerinin izleri
Ellerin ki saçlarıma dokunan tek etki
Ve gözlerin;
Alnımı secdeye koyduğumda beni O’na yaklaştıran en mucizevi
En sahipleyici şeylerindi..
Gözlerimden düş’e’meyen o damlalar var ya hani;
Hasret kaldı sana her biri
Oysa tek bir saniye görselerdi seni
Dizlerinin kabukları kalkacak şekilde düşeceklerdi..

29 Ağustos’tan beri çok şey değişti sevgili..
Mesela ben artık şiirlerimde söyler oldum bu kelimeyi
Ve daha nicesini
Kalmadı hiçbir sahibi
Belki de bendim böyle oluşunun tek faili
Ama gelecek nerden bilinebilirdi ki?

O kadar şey söylemek gerekir ki
Lakin boğazıma takılır hepsi
“keşkelerin ikimize” yazıldığı bir müziği
Ya da daha nicelerini
Tek başına mırıldatır oldu bana birileri

Kabirleri nerede bilmem ama beni dilediğin yıldızlar öldü;
Işığımız söndü..

Ama şunu bilmelisin ki;
Ben beklerim yine aynı hikayeye gebe olan yıldızların benim de terasıma gelişini..


 Hanife Şişen
6 Mayıs
2011

30 Mayıs 2011 Pazartesi

... ki ...

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!

//C.S.T.//

'duk..

Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk...
 
//Cezmi Ersöz//

k/ADIN..

Kahkahaları vardır bu kadının, çın çın eder odaların duvarlarında. Sesi güzel olur kadının, biraz buğulu...
Arada bir pencereye yaslar başını,sokağa dalıp gider, bir şarkı söyler. Olgunluğuyla şaşırtır erkeği.
Bazen de öyle çocuk olur, öyle sağlam saçmalar ki,
yine, yine şaşırtır onu.Sıkmaz kadın,
bunaltmaz, yaşa yaşa bitmez.
//CAN YÜCEL//

çok aşık..

Ben insan değilmişim,
mutlu edemezmişim seni
Zamansız gidermişim, yarım bırakırmışım,
sonları hiç sevmezmişim
Ama ben çok, çok, çok aşığım sana...


(ne çok olmuş bu şarkıyı dinleyeli.. 10 ay kadar öncesi / 10 ay kadar ölünesi..)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Özledim Seni ...

Ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
Beynimi uyuşturuyor özlemin…
Çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
…bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum.
Yokluğun,
hatırladıkça yüreğime saplanan bir sızı olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa.
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum.
Oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü…
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken.
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
”git artık” demek…
”Beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa”
demek sana nede zor.
Seni görmemek ve belki yıllar sonra
karsılaştığımızda,
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden…
Yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek….

Can Yücel

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Yarım Yamalak
Gecenin yarısı;
bir kitabın orta yerinden başlamak gibiydi seninle birlikte olmak..
Başını anlamadan sona yaklaşmak.
Sonunu okuyamadan uyuyakalmak..
…Ve uyandığında kaldığın sayfayı karıştırmak.
İşte böyle birşeydi seni yaşamak…
Yarım yamalak…!!!

CAN YÜCEL..

4 Mayıs 2011 Çarşamba

ZİHİN-NİYET.. ?





Medya ve sansür..

Sansür için biraz "ekşi sözlük" yorumlarına bakmaya ne dersiniz?

** önceden denetleme işi... neyi görüp neyi görmeyeceğimize, neyi okuyup neyi okumayacağımıza başkalarının, devletin karar vermesi... kontrol altında tutmak için gerektiğine inanılan yasakların bütünü... sansür sıkılaştırıldığı sürece delinir; engel olunamaz.



Görüldüğü üzre hep bir kontrol, hep bir kumanda paneli var ömr-ü hayatımızda tıpkı bloglarımız gibi. Sahi ya bloglarımız da denetlenmiyor muydu? Her neyse. Devlet babayı(!) çok yormayalım bu vakitte.



Gölgemiz bile izlenir olmuş. Öyle ki, yaptıklarımızı bırakın, yapmayı planlama gayesi içinde bulunduğumuz mecraları dahi takip etme ihtiyacı içinde bir hayat süren kişilik(?)ler var. Buna sahip olmasalar da.




Ha bir de "yasakçı zihniyet" denen bir kavram var. Yasak ve zihniyet yan yana gelebilir mi? Yani zihne bağlı olan fonksiyonel bir ileti yasakla harmanlanabilir mi? Komik !


SEVGİLİM BEN ŞİMDİ
Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim
Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara
Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden
Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz
"Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz".
Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere
O gülün yüzü gülmüyor sensiz
O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye
Masada tabaklar neşesiz
Koridor ıssız
Banyoda havlular yalnız
Mutfak dersen - derbeder ve pis
Çiti orda duruyor, ekmek kutusu boş
Vantilatör soluksuz
Halılar tozlu
Giysilerim gardropda ve şurda burda
Memo'nun oyuncak sepeti uykularda
Mavi gece lambası hevessiz
Kapı diyor ki açın beni kapayın beni
Perdeler gömlek değiştiren yılanlar gibi
Radyo desen sessiz
Tabure sandalyalardan çekiniyor
Küçük oda karanlık ve ıssız
Her şey seni bekliyor her şey gelmeni
İçeri girmeni
Senin elinin değmesini
Gözünün dokunmasını
Ve her şey tekrarlıyor
Seni nice sevdiğimi

//CEMAL SÜREYA//

3 Mayıs 2011 Salı

4 TEKERLEKLİ SEVMEK..













elleri tebeşir kokan bir ilkokul çocuğunun,
iki yanından ok çıkardığı bir kalp gibi.


rengi belli;


zülüfleri başının örtüsünden, baş örtüsünden sarkan,
ve her sabah imamla birlikte seherin gelişine eşlik eden Züleyha'nın
yanaklarının rengi; "kırmızı"..


kırmızı ise şehirdeki süslü yosmanın,
arasından 'bir sevmek geçecek kadar açık'
ve 'aşık olunacak kadar hacimli' dudaklarına sürdüğü boya..


boyayı Muzaffer abi getirmiş taa Alamanyadan.
sürünsün ve süslensin istemiyor oysa ki,
lakin yosmanın itikat edeceği tek söz;
'peydahlama' metodunu kalite-kontrol yöntemiyle tedavüle geri kazandırmak..


çocuğun babası Kazım olacak bu evvelden belli
anasının karnından çıktığı ilk saniye vurulmuş yavuklusuna


yavuklu ne demek bilinmez
sanki yamuk/yumuk bir şey gibi
sahi ya aşk da öyle değil mi?


derken, Eminönü'nde bir balık.
çıkmış Haliç'e,
kendini bulmak istiyor.
atmış oltayı denize.
deniz yosun kokuyor,
yosun ne yeşil, ne mavi.
ne rengi belli, ne de şekli.


bir nefes çekiyor soluklarına
hiç bırakmıyor amma
bir kez daha içine alası var bu kokuyu.
bir nefes, bir nefes daha.
aralıksız..


durakta bekleyen genç kız yeni ayrılmış sevdiğinden.
afedersiniz bölüyorum ama ayrılmak ne demek?


ten denen et parçasının prangaya tek başına vuruluşunun isyanı değil midir?


her neyse, kız az sonra yaslanmış camına dört tekerleklinin camına,
bir şeyler karalıyor ama görmek ne mümkün
kalem hakikaten de kapkara/zifiri.
bakışları da öyle keza, öfkeli.


öfkesi ayrılıklara değil, pişmanlıklara asla.
lakin kızın şikayeti "özlemek" denen o lanetliğe.
bir kez daha her neyse..


tam şu anda iki adım ötede, bir camii.
içine girip dua etmek isterken ademoğlu,
Rab sormaz mı kuluna
"nedir her randevuya geç gelişinin yahut hiç gelmeyişinin nedeni?"


oysa ben Sevgiliyi asla bekletmemişimdir.
Hak'tan öte sevgili?


"derin mevzu bunlar aga" der ya sokak çocukları (?)
bu mevzu da aynen öyle.
peki ya bir kez dahi sokak çocuğu olmayı tadamayan,
ancak bodrum kattaki evlerinin hiç olmayan balkonuna
çizdiği seksek ile "ben çocuğum" diyebilme hazzını yaşamaya çalışan Ali,
nam-ı diğer cin Ali, cin ne demek bilir miydi?


uzaktan ritimli sesler geliyor ancak biraz korkutuyor.
mahallede yeri bulunmayan bakkal mı geçirmiş trafik kazasını?
kan/sız deniyor bize, yardım etmek isteyince kazazedeye.


bu ülkede bütün küfürleri yedikten sonra sahip olduğum
"elleri tebeşir kokan çocuğun çizdiği kalp" ve "zülüfleri sarkan Züleyha'nın yanakları"
kadar al bir kalbe sahip oluşum ne için yadsınır ki?
bilinmez..


telgrafa yazılır birkaç satır aşk,
ve postalanır sevgilinin gözlerinden omuzlarına uzanan boynuna.


derken dere tepe düz gidilir ve nihayetinde yolun sonuna gelinir.


gökten 3 elma düşer ve ayrılan otobüs ile;


"...4 tekerlekli sevmek biter..."


HANİFE ŞİŞEN

18 Nisan 2011 Pazartesi

"AŞK"

"Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma ! Ayrımlar ayrımları doğurur. AŞK'ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde. "

//Elif Şafak "AŞK" s.415//

10 Nisan 2011 Pazar

ULAK..




//..Bir karanlık var gecede fark ettiniz mi?.. Oysa gökkuşağı habercisi değil miydi Havva'nın ayrılıklarının.. Ya da Leyla mı estirmişti rüzgarını, yeşermesi gereken tohumların saçlarında kavuşan filizleri ile.. Belki de Aslı'dır basamaklarını tırmandığımız dağdaki fırtınanın as(ı)lı.. Peki ya her zaman bir dişi midir kancasını demire takan, yüreğini prangalayan erkeğinin?.. Akşamın ulaklığını yapan her damla Züleyha'nın gözyaşı olsaydı, hayal-i aleminde yaşadığın meşk ile o tene dokunmak ateş kadar yakıcı mı olurdu yoksa sadece masumiyetin timsali olan sevdaya mı refaket ederdi bir yürek..//



HANİFE ŞİŞEN

4 Nisan 2011 Pazartesi

İZLENCE..





Bir seyr-i sinema defteri..


      Midterm haftası ve sınav sıkıntıları derken akabinde peyda olan bahar tatili uzun soluklu nefes almamız için ilginç derecede yardımcı oldu bize burdan teşekkürlerimi iletiyorum kendilerine ... :)


     Haftanın ilk gününü sendromsuz geçireceğim ya, erken kalkmak olur mu hiç. Akrep bana inat ilerliyor ve sürüklüyor yelkovanı peşi sıra. Lakin pek de umursadığım söylenemez. Nitekim saat 11,32 olmuş ve ben ancak açıyorum gözlerimi. (Saatin alarmını örn:11.00 ya da 11.05 gibi net rakamlar üzerine kurmama takıntımdan ileri gelecek ki, alarmımı kurmamama rağmen 32.dakikada uyandım)..


    Kahvaltı yapmaktan nefret ederim. Hep de söylemişimdir gereksiz bir öğün, uyurken insan acıkır mı hiç? diye. Masa her gün bekler beni bir ihtimal vuslatıma erebilmek için ancak klişeyi bozmam bu sabah da. Derken bir arkadaşım -uzun zamandır görmediğim ve muhabbetine bir o kadar da hasret kaldığım Nejla- görüşme isteğini belirtir bana ve ben de atıveririm kendimi dışarıya. Karşılıklı kahveler içilir, fallar bakılır, tüm uydurmacalar yapılır derken sinemaya gitme kararı verilir. İlginçtir ki ikimiz de aynı filmi görme isteğindeyiz; "Kaybedenler Kulübü"..





    Çok fazla övgü alan bu filmi biz de görmeliyiz. Ee ne de olsa iletişimciyiz ;) Biletimizi aldık ve her zamanki gibi yarısı koparılmış o kağıt parçacıklarını saklama ihtiyacı hissettim ve mahzenimin -cüzdan- derinliklerine gönderdim.


   Her neyse film başladı.. İlk yarı hakikaten çok mu uzundu yoksa bana mı öyle geldi bilmem ama bir ara filmi bırakıp oturmaktan sıkıldığımın hatta ve hatta şöyle bir salonda dolaşmak istediğimin farkına vardım fakat fren pedalına basmam gerekti.


   Güzel bir film eyvallah. Sürükleyici de. Ama biraz abartıldı mı ne? Belki de bu kadar beklenti içinde gitmeseydim daha çok zevk alacaktım kim bilir? derken 1.yarı bitti ve..


   O da sabaha kadar sürecek değil ya ikinci yarı da bitti. Hakkını yememek lazım film kaliteli ve gayet de dolu bir yapım. Mesaj içeriyor ama bunu öyle güzel dile getiriyorlar ki komedi filmi olmamasına rağmen -ve sanırım en arkada oturmanın rahatlığı olacak ki- gülüp durdum :)


   Müzikler ayrı bir kalitede ve gelir gelmez tekrar dinleme ihtiyacı hissettim. Misal ; Asu Maralman'ın seslendirdiği o müthiş şarkı "Sigaramın dumanı da dumanı...Yoktur aman şu yarimin imanı..." diye başlayan şarkı. Ah ne güzel mırıldanıyorsun sen öyle.. :)  Keza yabancı müzikler. Keza "My woman".. Hepsi ayrı bir tatta idi..








   Nejat İşler'e gelince.. Hayatım boyunca kuralsız ve biraz da serseri tiplere karşı bir sempati duyar oldum. Teoman da buna ayrı bir örnektir. Nejat'ın oyunculuğuna zaten söyleyecek bir şeye ömrüm boyunca sahip olmadığım gibi yine kanıtlamış oldu bu doğru kararımı kendileri..


   Çok konuşup çekilmez olmak istemiyorum bu nedenle burada bir es vermek istiyorum. Günün sonunda teşekkür edeceğim birkaç şey/kişi var:


    Bana haftanın ilk günü çekilmez bir stres ve trafik yoğunluğu yaşatmayan bahar tatilim, biraz nefes almamı sağlayan canım arkadaşım Nejlam, hayattan iki yarı itibari ile bizi soyutlamaya yardım eden sinemam, kısacası bu bloğu günler sonrasında canlandırmama yardım eden tüm etkenlerim.. Hepinizi seviyorum iyi ki varsınız ;)


    Şimdilik hoşçakalın..
    Baharın taze yaprakları yüreklerinizde filizlensin..




HANİFE ŞİŞEN

23 Mart 2011 Çarşamba

ÖLMEK ZAMANI..


dağılırdı saçlarınız yaz akşamı
batan güneşe karşı / kumral
susardınız ne de çok susardınız
anlaşılması güç susmanızın anlamı
sanki bir bulmaca uzun bir sarmal
uzadıkça sersem eder adamı
o zaman sevmek değil ölmek zamanı

(uzak bir kız sisli mavi susarsa
acılarla yüklüdür suskunluğu
akıl almaz tehlikeler içerir
hele hayatında bir sürgün varsa
kelepçe kuşlarının buz gibi uçuştuğu
o siyah tren uğultularla gelir
bütün üçüncü mevki cıgara dumanı)

bana susar bir hayalle konuşurdunuz
hani fakülteden çıkarken vurmuşlardı
kollarınızda ölen tıbbıyeli çocuk
birbirinize nasıl da uymuştunuz
sevginizde yüceltici birşeyler vardı
korku bulaşığı garip bir mutluluk
bir filmi hatırlatan belki bir romanı

(uzak mavi kız dalgasız bir su
ah onun yalnızlığı benim yalnızlığım
içimizde gemiler ansızın yol kesiyor
ansızın beni de vururlar mı korkusu
izlendiğini sanmak her gece adım adım
şehrin karanlığında devriyeler geziyor
telsizde cızırtılar / cinayet alarmı)

eflatun ve ıssız ağzınız bir muamma
susardınız arkasında susmuşluğunuzun
tekrar tekrar sizi duruşmaya çağırırlar
geç vakte kalır sorgular bitmez ama
hapislik nedir ki / unutulmak asıl sorun
seyreldikçe seyrelir istanbul'dan mektuplar
ne arayanı kalır gittikçe ne soranı

(baksa da beni görmüyor sanki yokum
duymadığı açık anlattıklarımı
sessizliği kalabalık giremiyorum
ölüler kuşatılmış sağımı solumu
geçmişte yaşıyor biliyorum
bir anlatabilsem onsuz olamadığımı
o zaman sevmek değil ölmek zamanı)

//ATTİLA İLHAN//

20 Ocak 2011 Perşembe

YE (NİL) MEKTEYİZ !!!

Hangi tür açlığı doyurduğu belli olmayan program,  “Yemekteyiz”.
        Sezonlardır devam eden, halk tarafından kaliteli (?) olarak kabul edilen bir kanalın, ne gündüz  ne de akşam kuşağı olarak sayamayacağımız, bir ikindi vakti yapımıdır. Yarışmacıların itina (!) ile seçildiği, her bir grupta ayrı bir tartışma ve gündeme oturma potansiyeli taşıyan bu program, her hafta farklı bir polemiğe ev sahipliği yapıyor.
           Yemeklerin yanı sıra bir de konukhane/misafirhane diye adlandırabileceğimiz dört duvarlı imarlar, sahibinden sahibine değişmekte ve her biri ayrı ayrı gösterilirken, adeta bir malvarlığı beyanı yapılmaktadır. Arka planda konuşmayı yürüten bey/efendinin (?)  enteresan yorumları yarışmaya renk katmakta, fakat bu rengin hangi karışımlardan oluştuğu konusunda herhangi bir yoruma sahip olamamaktayız.
           Birçok ayrı yapımda da hem yergi hem de övgü konusu olmuş, farklı yorumlara tanıklık etmiştir. Kimi zaman taklit niteliği taşıyan bir formata misafirlik etmiş, kimi zaman da olumlu eleştiri almıştır.



          Orta yaş bayan izleyici kitlesine hitap eden Yemekteyiz, genellikle bir ‘tarif alma’ stratejisi olarak görülmektedir. Yeni yemek yapımları öğrenilirken, bayanların lügatına ait “gün” günlerinde (?), ‘ayol’ ile kurulan cümlelere misafirlik etmektedir.

     Birkaç haftada bir ‘Best Of The Yemekteyiz’ yapılmakta ve popülerliği kanıtlanmış,  -dürüst olmak gerekirse- polemiğe girmesi kuvvetle muhtemel kişiliklerden oluşan yeni guruplar oluşturularak, reyting çekme işlemi bir kez daha yapılmakta ve bu tekrarlama başarıyla sonuçlanmaktadır.

              Biraz da yarışmanın formatından bahsedelim. Puanlama sietemine  dayalı bu yapımda yarışmacının misafirlerini karşılama kıyafetine, eksiksiz menü çıkarmaya ve sofra düzenine de ayrı ayrı notlandırmalar yapılmaktadır.



          Tenkitimize sırasıyla başlayalım. Kimsenin bir diğerininkini beğenmediği fakat giyenin özenle müdafaa ettiği bu kostümler, aslında ne kadar çeşitli bir zevk sistemine sahip olan bir halk’a sahip olduğumuzu kanıtlamaktadır. Kulp takma deyiminden faydalanabileceğimiz bu durumda, her şey bir eleştiri konusu olmakta ve asla beğeni sınırlanırı içine girmemektedir –elbette ki katılımcılar için-.  Sofra düzenine değinmemiz gerekirse, kendini ‘alt tabaka’ olarak gören ve bu sınıflandırmayı şahsi olarak yapan bazı yurttaşlarımız, kullanılan materyallerin Türk milletini yansıtmadığını dahi savunabiliyor. Bu tabakalaşmaya kendi kendine dahil olan ve bu müdahilliği kişisel olarak yaratan insanlar, aynı tümceyi bir başkasından duyduklarında ivedi bir şekilde nefs-i müdafaa moduna geçebiliyor. Bu da aslında her şeyi su yüzüne çıkarmakta, kişiliklerin görünmeyen yüzlerini gün ışığıyla bütünleştirmektedir.

             Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz tek mahiyet, “yemekte değil yenilmekte olduğumuz bir yeniliş öyküsüdür”.

HANİFE ŞİŞEN...
Belliydi karanlıktan…
Evet, sabahın karanlığı her şeyin habercisi olmuştu açılan gözlerin ilk saniyesinde.. Küçüklüktü belki bu dayanıksızlığın sebebi ya da küçüklük kategorisine sokulmak istenişimdi. Ama çok acı idi yaşanan/yaşatılan her ne ise..
Daha hastalık ne demek idrak edememişken, amiyane bir tabirle, hastalığın babası, kanser, yakalamıştı o koca adamı. Baba yarısını, yarımı; amcamı.. Aylar boyu savaşmıştı bu hastalıkla. Aylar boyu her gün ölmüştü, bir gün öleceğini bilmeden. Sahiden ölmeden.. Yabancı bir ülke, gurbet denen o vicdansız şey, üç çocuk ve hayatını hayatına adamış bir eş.. İşte böyle bir aileydi o koca adamın sahip olduğu..
Ve bir gün, sahip olduğu her şeyi; bedenini, benliğini teslim etti yeryüzünün sahibine.. O veda etti ama doğan birçok şey vardı. Birçok tarifsiz duygu.. Ama benim duygularım da yokluğa gidiyordu. Ne hissettiğimi bilmiyordum. Hissetmem gereken belli başlı bir duygu var mıydı, yoksa içimden gelen bir duyguyu tüm duygularla harmanlayıp, bir duygu yığını haline mi getirmek gerekiyordu.. Hiçbir şey bilmiyordum ama tek bir şey düşünüyordum. Tüm bu yaşananların adı neydi? Galiba tanışmıştım bu isimle. Bu bir “dışlanış”tı hayattan.. Yaradan dışlamıştı bizi bir parçası olduğumuz evrenden.. Hayatımın en büyük, belki de tek ümit kırıcı, soyutlayıcı vakasıydı.. Ama ben de karar vermiştim. Ben de hayatı dışlayacaktım. Yara almamanın tek yolu buydu; dışlandığın şeyi dışarıda bırakmak, dışlamak…
HANİFE ŞİŞEN

BİRSEL "GÜLSE" !

 

 

EMO: Ergeni Mıncırsak Olmaz mı?!

Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer,"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz," denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün," şeklinde konu halledilirdi! Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya "Tembel,"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor,"dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde," derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun. Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar. Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo! Emo ne? Hani beşaltı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya... Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar. Aha onlar Emo! Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM

Ay kıyamaam! Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım. Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa," şeklinde pedagojik bir açılım yaptı. "Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız," cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti. Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir! Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle, yüzünü yüzüme yaklaştırarak "Alırım ayağımın altına," diye başladı ve "Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah," şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir. Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo. Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin! Ülkenin gençlerine bak. Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar! Gelecekten çok umutluyum!

19 Ocak 2011 Çarşamba

NE GÜZEL DEMİŞ CAN USTA !..

Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğü...nüz ağır makyajlı, cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?

Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm. Dinlediklerime inanamadım 14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor"muş.

Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie'nin fotoğrafıyla gelmiş ve "Bununki gibi dudak istiyorum" demiş 18'lik bir kiz da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış. "En büyük istekleri" neymiş biliyor musunuz? Zara'nın ya da Diesel'in 34 bedenine sığmak...

Bunun için yarışıyorlarmış: "Çünkü televizyon da gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım. Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var. Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar." Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir "patlama" olduğunu söylüyor: "Ben de anneyim, 18'lik 'lipolu' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum. Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip 'Dudağımızı şişir' diyenleri 'Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum."

Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı: Genç nüfusta müthiş bir uyanma var" diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor: Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17'den 11 - 12'ye geriledi. Amerika'da 10 yaşa kadar düştü. Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık... Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri "psiko - seksüel uyarımın artması"... Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması...

Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor. Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor. Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...

Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz: İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt" öğüdü verebiliriz ki? Yasak çare değil... Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.

CAN DÜNDAR

3 Ocak 2011 Pazartesi

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM..

Seni, anlatabilmek seni.
   İyi çocuklara, kahramanlara.
   Seni anlatabilmek seni,
   Namussuza, halden bilmeze,
   Kahpe yalana.

   Ard- arda kaç zemheri,
   Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
   Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...          
   Bir ben uyumadım,
   Kaç leylim bahar,
   Hasretinden prangalar eskittim.
   Saçlarına kan gülleri takayım,
   Bir o yana
   Bir bu yana...

   Seni bağırabilsem seni,
   Dipsiz kuyulara,
   Akan yıldıza,
   Bir kibrit çöpüne varana,
   Okyanusun en ıssız dalgasına
   Düşmüş bir kibrit çöpüne.

   Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
   Yitirmiş öpücükleri,
   Payı yok, apansız inen akşamlardan,
   Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
   Seni anlatabilsem seni...
   Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
   Üşüyorum, kapama gözlerini...

SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE..

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir toz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Şuna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan olumsuz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili

Yazar : SEZAİ KARAKOÇ