Sezonlardır devam eden, halk tarafından kaliteli (?) olarak kabul edilen bir kanalın, ne gündüz ne de akşam kuşağı olarak sayamayacağımız, bir ikindi vakti yapımıdır. Yarışmacıların itina (!) ile seçildiği, her bir grupta ayrı bir tartışma ve gündeme oturma potansiyeli taşıyan bu program, her hafta farklı bir polemiğe ev sahipliği yapıyor.
Yemeklerin yanı sıra bir de konukhane/misafirhane diye adlandırabileceğimiz dört duvarlı imarlar, sahibinden sahibine değişmekte ve her biri ayrı ayrı gösterilirken, adeta bir malvarlığı beyanı yapılmaktadır. Arka planda konuşmayı yürüten bey/efendinin (?) enteresan yorumları yarışmaya renk katmakta, fakat bu rengin hangi karışımlardan oluştuğu konusunda herhangi bir yoruma sahip olamamaktayız.
Birçok ayrı yapımda da hem yergi hem de övgü konusu olmuş, farklı yorumlara tanıklık etmiştir. Kimi zaman taklit niteliği taşıyan bir formata misafirlik etmiş, kimi zaman da olumlu eleştiri almıştır.
Orta yaş bayan izleyici kitlesine hitap eden Yemekteyiz, genellikle bir ‘tarif alma’ stratejisi olarak görülmektedir. Yeni yemek yapımları öğrenilirken, bayanların lügatına ait “gün” günlerinde (?), ‘ayol’ ile kurulan cümlelere misafirlik etmektedir.
Birkaç haftada bir ‘Best Of The Yemekteyiz’ yapılmakta ve popülerliği kanıtlanmış, -dürüst olmak gerekirse- polemiğe girmesi kuvvetle muhtemel kişiliklerden oluşan yeni guruplar oluşturularak, reyting çekme işlemi bir kez daha yapılmakta ve bu tekrarlama başarıyla sonuçlanmaktadır.
Biraz da yarışmanın formatından bahsedelim. Puanlama sietemine dayalı bu yapımda yarışmacının misafirlerini karşılama kıyafetine, eksiksiz menü çıkarmaya ve sofra düzenine de ayrı ayrı notlandırmalar yapılmaktadır.
Tenkitimize sırasıyla başlayalım. Kimsenin bir diğerininkini beğenmediği fakat giyenin özenle müdafaa ettiği bu kostümler, aslında ne kadar çeşitli bir zevk sistemine sahip olan bir halk’a sahip olduğumuzu kanıtlamaktadır. Kulp takma deyiminden faydalanabileceğimiz bu durumda, her şey bir eleştiri konusu olmakta ve asla beğeni sınırlanırı içine girmemektedir –elbette ki katılımcılar için-. Sofra düzenine değinmemiz gerekirse, kendini ‘alt tabaka’ olarak gören ve bu sınıflandırmayı şahsi olarak yapan bazı yurttaşlarımız, kullanılan materyallerin Türk milletini yansıtmadığını dahi savunabiliyor. Bu tabakalaşmaya kendi kendine dahil olan ve bu müdahilliği kişisel olarak yaratan insanlar, aynı tümceyi bir başkasından duyduklarında ivedi bir şekilde nefs-i müdafaa moduna geçebiliyor. Bu da aslında her şeyi su yüzüne çıkarmakta, kişiliklerin görünmeyen yüzlerini gün ışığıyla bütünleştirmektedir.
Tüm bunlardan çıkarabileceğimiz tek mahiyet, “yemekte değil yenilmekte olduğumuz bir yeniliş öyküsüdür”.














Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer,"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz," denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün," şeklinde konu halledilirdi! Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya "Tembel,"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor,"dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde," derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun. Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar. Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo! Emo ne? Hani beşaltı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya... Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar. Aha onlar Emo! Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı! 






